ATATÜRK, ATATÜRKÇÜLÜK KEMALİZM DİLEMMASINDA DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİ

Türkiye’de demokrasi hareketleri, hep sancılı yaşanmıştır. Türkiye’nin gerçekleştirdiği demokratik hamleler, daha çok yukarıdan aşağıya doğru olmuştur. Yani, bir nevi dayatılmıştır. Aslında, jakobenizm olan bu yöntem, toplumdaki kutuplaşmaların oluşmasında da birinci faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türkiye, çok partili yaşama, 1946 yılında teorik olarak geçmiştir. Fakat çok partili demokratik sistem fiili olarak; ancak 1950 seçimlerinde uygulanabilmiştir. Çok partili yaşama geçiş de, nihayetinde Türkiye’de arzulanan bir toplumsal modeli veya politik-kültürel yaşamı inşa edememiştir.

Birlikte yaşama, birlikte hareket etme ideali çerçevesinde anlam bulan demokratik kültürel yaşam ideali, daha çok hep “bana” anlayışında algılanıp, değerlendirilmiştir.  Adnan Menderes iktidarının, iktidarlarının son dönemlerinde ipin ucunu biraz ellerinden kaçırmaları, tabii biz olayların birinci elden tanıkları değiliz. Yaşımız itibariyle o dönemde ne olduğunu, sadece bazı anlatılan veya hatıratlardan aksettirilenler kadar bilebilmekteyiz, muhalefet yapan kesim üzerinde düşünsel bazda tahakküm uygulaması, tahkikat komisyonları kurmaları, meclis içindeki çok partili hayatın, toplumsal kolektif hedeflerin yakalanması çerçevesinde kullanılamadan berhava olmasına sebep olmuştur.

Toplumda yaratılan ikilikler, insanların baskı altına alınması, demokratik hukuk devletlerinde olmaması gereken, erklerin, siyasal yaşama müdahil olmaları fırsatını yaratarak, siyaset kurumunun manevra yapma kabiliyetini de gelecek yıllar bağlamında kısıtlamıştır. Esasında, hatıratlarda anlatılanlara göre, Türkiye’nin 1946 yılında çok partili hayata geçişinin muvazaalı olduğu, ordunun, siyasal alanda kendisini “vasi” tayin ettiğini, kurulmuş hükümetlerin,  siyasetle ilgilenmeden ülkenin ekonomik gerçekleşmeleriyle iştigal olmalarını öngören “sözde demokratik bir devlet modeli”dir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, emperyalist ülkelere karşı özgürlük ve onur savaşı verilerek kurulmuş, yüzyılındaki tek emsal ülkedir.  Sömürülme stratejilerine başkaldıran, kendisine dayatılan; hiçbir şekilde milli irade ve bağımsızlıkla alakası olmayan koşulları ve talepleri, talep ve koşulları dayatanlarla beraber içerideki işbirlikçi ve namertlere karşı yokluk ve yoksunlukla beraber mücadele ederek, kazanılmış bir zaferin ve haklı bir davanın eseridir, bu üzerinde soluk alıp verdiğimiz toprak ve devlet.

Tabii her devrimde yaşanabilecek sorunlar, ülkemizde kurulma aşamasında olan cumhuriyet rejiminde de yaşanmıştır. Kolay değil; sizden silah, cephane, donanım ve donatım olarak katlarca kez üstün ve zengin ülkelere karşı onur ve bağımsızlık savaşı veriyorsunuz. Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı devrimler, şuan bile hâlâ çok fazlaca eleştirilmektedir. Atatürk’ün yaptığı yenilikler, dönemi itibariyle jakoben(tepeden inme) bir biçimde yapılması gerektiği için yapılmıştı. Kargaşa içindeki bir toplumda Hilafetin kaldırılması, Saltanatın kaldırılması, Tevhit-i Tedrisat Kanunu’nun çıkarılması, halka sorulup, nasıl uygulamaya geçirilirdi? Bazı eleştirileri yaparken, en azından Mustafa Kemal Atatürk’ü, dönemin yapılan haksız uygulamalarının sorumluları arasında göstermeyin. Atatürk’ten sonra yapılan antidemokratik uygulamalar, halka tepeden bakma, ötekileştirme, elitist bir statükoculuk zihniyetinin hem siyasal hem de sosyo-kültürel yaşamı iğdiş etmesinin, ATATÜRK ile ilgisi bence yoktur.
Döneme ışık tutan yüzlerce bilimsel eserler yazılmakta ve yayımlanmakta. En azından “objektif” olmak adına çeşitli kaynaklardan bilgi edinmek daha rasyonel olacaktır.

Mustafa Kemal Atatürk, bir mit değildir. Büyük önder de insan olduğu için, doğal olarak hatalar ve yanlışlar yapmıştır. Döneminde fazlaca, soluklanmaya ve düşünmeye vakit olmadığından, bazı şeylerin cumhuriyeti kuran kurucu kadrolar tarafından bizzat hayata geçirilmesi, Mustafa Kemal Atatürk’ü ne diktatör yapar ne de faşist bir insan. Ki, bu ülkenin kurucusuna ve liderine, evet, lideri olarak Mustafa Kemal Atatürk’e bu payeleri yakıştıranlara ne demek gerekir, bil(e)miyorum. Okuduğum kitaplardan ve makalelerden anladığım ve müşahede edebildiğim kadarıyla, Atatürk, kesinlikle, diktatör bir insan olamaz. Atatürk’ün çok partili hayata sıcak baktığı, onun hakkında kitap yazanların, eserlerinde, onun bu konu hakkındaki fikriyatlarından belli olmaktadır.

Demokratik yaşama geçişin fitilini ateşleyen de bizzat Atatürk’ün kendisi değil midir? Atatürk’ü halkından kopuk bir insan figüründe tasvir etmek, her şeyden önce tarihsel Atatürk perspektifine karşı ahlâksızlıktır. Mustafa Kemal Atatürk’ten sonraki statükocu yöneticilerin, halkla olan ilişkileri başkadır; Atatürk’ün gerçekleştirdiği  ilişki başkadır. Atatürk’ü insan profilinde işleyen eserlere, kızmak yerine onları okuyarak, Atatürk’ün bence, kapalı kutu hâline getirilen beşeri yönlerinin anlanması ve içselleştirilmesi gerekir. Atatürk’ü, Türkiye Cumhuriyeti  Devleti’nin kurucusu, başkomutan, ilk cumhurbaşkanı, yedi düvele başkaldırmış döneminin ender yetişmiş devlet adamı diyerek bırakırsak, çok büyük haksızlık yapmış oluruz.

Türkiye’de demokrasinin ayağına kurşun sıkan, Atatürk dönemindeki Atatürkçülük ideolojisi değildir. Atatürk’ten sonra, cumhuriyet rejiminin kazanımlarını ve ilkelerini, merkez-çevre  ekseninde yeniden koordine eden askerî ve sivil bürokrat kesimin, millet şuurundan, milli irade hukukundan, insanlık ve özgürlük derslerinden aldıkları notların dönemin gelişmeleri ile uyuşmaması ve kendilerinin bu derslerden sürekli ikmale kalmalarıdır. Tüm bu konularda olması gereken ideal çerçeve içselleştirilememiştir. İşte bu yüzden Atatürk’e halktan kopuktu, demokratik rejimi, aslında hiç istememişti demek, nasıl yorumlanmalıdır; tarihin insafına ve vicdanına bırakmak, daha doğru olur gibi.

BELEDİYELER

EKONOMİ