Senelerdir Türkiye’deki siyasi tartışmalara baktığımızda, hep nedense yapılan tartışmaların ve üretmeye çalışılan politikaların, memleketimizi ileriye götürmekten uzak kaldığını görürüz.
Neredeyse bir yıldır aynı şeylerle yatıp kalkmaktayız.
Türkiye’de cari dönemde uygulanmakta olan siyasal sistemin, ülkemize uygun olup olmadığını şöyle baktığınızda dört başı mamur bir biçimde irdeleyemiyoruz.
Bakıyorsunuz…
Varsa yoksa, %50+1’e takılmış bir muhalefet…
Öte yandan, yine sürekli kamuoyuna açık alanlarda ve platformlarda, “güçlendirilmiş parlamenter demokratik rejim” türküsü terennüm edilmekte.
Hâlbuki Türkiye’de eksikliğini çektiğimiz mekanizma, cumhuriyet rejiminin hâlen “demokratikleşememesidir”.
Cumhuriyet rejimini “demokrasiyle” taçlandıramadık. Bugün bakıyorsunuz, takılmış plak gibi sürekli aynı kavramlar üzerinden, karşı tarafı ekarte etmek adına salvolar sıralanmakta.
CUMHURİYET; bir Türk Devriminin akabinde, Anadolu topraklarında tarihsel süreçleri bihakkıyla deneyimleyememiş bir halka yaslanarak tesis edilmiştir.
Türkiye’yi irdelerken ve ülkemize projeksiyon tutarken, bizimle beraber bu dünyada varolan medeniyetlerin de geçirmiş oldukları “dönüşümleri” ve “kırılmaları” çok iyi ama çok iyi analiz etmek durumundayız.
Bugün, Türkiye’de siyasal anlamda belki bazı tıkanmalar yaşayabiliyoruz, yine toplumda cari siyasal hükümete bir güven kaybı yaşanıyor olabilir; tüm bunların müsebbibi kanımca, toplumumuzun demokrasiyi içselleştirememesidir.
Zaten, Osmanlı İmparatorluğu bakiyesi üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu zamana uzanan perspektifte en büyük handikabı, rejimi demokrasiyle “taçlandıramamasıdır”.
* * * *
Bugün yapılan tartışmalara bakıyoruz, sanki genelgeçer bir üslûp ile maksat yeşillik olsun minvalinde.
Türk Devleti dediğimiz vakit, kökeni geçmişe uzanan bir “gelenek” ve “kültürden” dem vurmuş oluruz. Gerçekten de bu açıdan yükselişini Osmanlı Devletiyle taçlandıran Türk Medeniyeti/kültürü, geçmişten gelen kültürel birikimiyle kendisinden sonraki insanlığa da mihmandar olmuştur.
Yine, Türkiye’mizin cumhuriyet rejimi tesis edildiğinden beridir yaşadığı buhran, devletin birtakım ayrıcalıklılar tarafından kendilerine temellük (mâl etmek) edilmesidir.
Demek istediğim, Türkiye’de zaten bu zamana kadar hiçbir zaman tumturaklı (gösterişli-debdebeli) bir demokrasi deneyimi yaşanmamıştır. Yine, içinden geçtiğimiz modern zamanlarda geçmişte Cumhuriyet Halk Partisi’nin devr-i iktidarında demokrasi olmadığından dem vuranlar, azıcık hafızalarını da diriltmek durumundadırlar.
1946 yılında “çok partili demokratik yaşama” geçildikten sonra, bu ülke daha çok hangi siyasal ideolojiler tarafından idare edildi? Tamam, şunu kabul ediyorum: Türkiye’de “demokratik olgunluğun ve kültürün” yeşerememesinde ve dolayısıyla halkın bu siyasal aracı içselleştirememesinde Soğuk Savaş döneminin “müesses nizam” refleksleriyle, askerî ve yargı vesayetinin vebali ziyadesiyle fazladır.
Bu yaşanan hadisenin bir yüzü ise…
Diğer yüzü de, özellikle konjonktürel olarak palazlanan İslamcı siyasal hareketlerin, “özü itibariyle” demokrasiyi benimseyememelerinin de tesiri büyüktür. Emperyalist güçlerin Ortadoğu merkezli planlarında, Türkiye’nin “stratejik ortak” olarak addedilmesi ve aslında Türkiye’nin bölgede bir ileri karakol işlevi görmesinden ötürü, SSCB’nin yıkılmasının ertesinde ve aynı zamanda Berlin Duvarı’nın da yıkılmasıyla eşanlı süreçte, boşlukta kalan küresel sistemin yeniden organize edilebilmesi açısından, güdülecek uluslararası siyasetin bir hikâyeye ihtiyaç duymasından mütevekkil Siyasal İslam’ın, “Ilımlı İslam” adı altında toplumlara yutturulması, yaşadığımız bu tıkanmalarda sağ partilerin önünü açarak, demokrasicilik oynamalarına “vesile” olmuştur.
Aslında, Türkiye’de yapmamız gereken, tezelden demokrasiyle cumhuriyet rejiminin harmanlanmasıdır.
SON YAZILAR