DİNÎ SAİKLERLE BİR PARTİYE OY VERİLİR Mİ?

14 MAYIS seçimlerine doğru yaprak dökümleri arttıkça yani seçim tarihine yaklaşıldıkça ittifakların vaatleri ve vaazları ivme kazanmakta.

Burada manidar olan, hükümet tarafından gelen açıklamalar… Hep ezber şeyleri tekrar ediyoruz ama ne yapalım, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin makûs talihi midir? Bilemiyorum.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin başını çektiği Cumhur İttifakı seçim tarihi yaklaştıkça sanki daha önce olmamış şeyler, birden oluverecek havası oluşturma “derdinde”!

Bizatihi Adalet ve Kalkınma Partisi ve Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın ön alması ve inisiyatifleriyle Türkiye’de yönetim şekli değiştirilmişti. Parlamenter demokrasiden, “Türk Tipi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine” geçilmişti.

Değerli okuyucular, bizler ne kaybettiysek hep duygusallığımızdan kaybettik, kaybetmeye de devam ediyoruz. Bugün, toplumumuz içinde insanlar cari iktidar üzerinden kutuplaşmış ve birbirine karşı hoşgörüsünü kaybetmiş vaziyette.

Evet…

Kabul edelim… Türkiye’de cumhuriyet tarihi açısından bakıldığında, AK Parti dönemlerinde “önemli atılımlar ve hizmetler” gerçekleştirildi. Daha önce yapılamayan birçok şey hayata geçirildi. Öte yandan, AK Parti’nin ülkemizde neden olduğu olumsuz gelişmeler yok mu?

İşte eğer fanatik bir parti sempatizanıysanız, cevabınız büyük olasılıkla, “hayır” olacaktır.

Son günlerde yapılan “halkla ilişkiler çalışmalarına” bakıyorum da, eğer kafatasınız içinde “beyin” varsa düşünmeye meylediyorsunuz. Bu zamana kadar yapılmayan makroekonomik kararlar ve politikalar neden seçim sath-ı mailinde hayata geçirildi ya da gelecek dönemde geçirilmesi meyanında vaat olarak verildi?

***

Emeklilere yapılan/yapılacak ödemeler ve daha birçok vaadin daha önce olması yönünde engel neydi de, şimdi birden hazinenin kapağı açılıverdi?

Adalet ve Kalkınma Partisi ve lideri Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın iddiası neydi? İstikrar sürsün ve ülke ekonomik olarak büyümeye devam etsin.

Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın siyaset kurumunun içine monte etmeye çabaladığı ilkeler neler idi?

Sürdürülebilirlik…

İstikrar…

“Yeni Türkiye İdeali”…

Ceberut devlet anlayışından hiçbir yurttaşını ayrıma tâbi tutmayan hizmetkâr devlet anlayışına geçiş.

Şunu kabul ediyorum. Adalet ve Kalkınma Partisi, 3 Kasım 2002 yılında iktidara gelmeden önce, Türkiye’de çok farklı bir sosyolojik iklim vardı. Beyaz Türkler’in hem iş dünyasında hem de siyaset kurumu içinde nüfuzu reddedilemeyecek ve hatta yadsınamayacak boyutlardaydı. Yine, özellikle Kemalist entelijansiyanın- özellikle kritik devlet katlarındaki bürokratların- ülkedeki sözde demokrasi rejimindeki etkinliği kitaplarca anlatılmış bir reelpoltiktir.

İşte, AK Parti’nin ilk başlardaki siyaset serüveninde toplum yelpazesinin farklı tonlarından destek görmesinin alamet-i farikası burada yatmaktadır. Çevre hareketi olarak kurulan AK Parti, 2002 seçimlerinden sonra Türkiye’deki yerini sağlamlaştırabilmek adına toplum katmanlarının farklı sekmenlerindeki devlet gadrine uğramış, yıllarca devletin “farklılaştırdığı grupları” kâh demokratikleşme kâh daha fazla ekonomik refah vaatleriyle kendi yanında pozisyon almaları yönünde ikna etmiştir. Ne yani, ne zannediyorsunuz, AK Parti sadece mütedeyyin kesimlerin destekleriyle bunca yıl iktidarda kalabilir miydi?

Esmer Türklerin- çevrenin sesi- sesi olarak siyaset kurumunda konumlanan AK Parti, ilerleyen dönemlerde devlet içinde daha fazla hareket serbestiyetine ve karar alabilme iradesine sahip olmak babında toplumla daha geçirgen bir ilişki içinde oldu. Çünkü, AK Parti’den önce devlet düzeyinde hükümet olabilirdiniz ama daha ilerisi… İşte “ilerisi” yoktu… Her şey “şeklen” yasalara uygun olarak cereyan eder, ama son noktayı devletin “bölünmez ve sarsılmaz” ruhunu temsil eden “müesses nizam” koyardı.

***

Belki çoğunuz bunları neden hatırlatıyorsun veya bunları hatırlatmana gerek var mıdır, diyebilir. Ben, genç kuşakların politikaya çok fazla ilgi duymadıklarından hareketle bazı hususları tekrar belirteyim istedim. Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür, cümlesi sanırım boş yere sarf edilmemiştir. 20’li yaşlardaki gençler, apolitik olduklarından Türkiye’deki anti-demokratik birçok olay ve hareketlerden bihaberdir.

Bu kuşakların çoğunluğunun ben ne 12 Mart Muhtırasının ne de 12 Eylül Askerî Darbesinin ne de 28 Şubat post-modern balans ayarının ne de 27 Nisan e-muhtırasının “nelere yol açtığı” noktasında vakıf olduklarına inanmıyorum.

En son tahlilde, Beyaz Türklere de Kemalistlere de sorsanız, bu ülkede ne “askerî vesayet” vardı ne de “jüristokrasi-jüristokratik vesayet”… E doğal olarak kabul etmezler, neden olacak, uygulayıcı başrolünde kendileri olduklarından. Neyse bunları burada tartışacak değilim. Kimseye de bir şeyleri “kabul ettirme misyonum” yok; ister kabul edin ister reddedin, tarih yazılmıştır. İşte, AK Parti’nin 2002’den sonraki rolü, bu netameli hususlarda ve devletin demokratikleştirilmesi noktasında zuhur ediyordu.

Adalet ve Kalkınma Partisi, devlet aygıtının kendilerini “ötekileştirdiği” ve “yabancılaştırdığı” kitleler ile diyalog kurarak ve etkileşim içinde bulunarak yıllarca iktidarını tahkim etmiştir. Demek istediğim, AK Parti’nin ve Sayın Erdoğan’ın siyasal gücü sadece muhafazakâr bir yaşam düzeninden yana olanlardan gelmemektedir. Siyaset maratonunun ilk kilometre taşlarında Erdoğan ve kadroları, devlet içindeki “müesses nizam” ile çok fazlaca mücadele etti. Yine, birilerine sorsanız, bu ülkede “müesses nizam” diye bir şey de yoktur.

Öte yandan, yine devletin ve ülkenin tek sahibi olduğunu zannedenlere göre bu ülkede zaten hiçbir zaman ne ayrımcılık ne de ötekileştirme uygulanmıştır. Bu bağlamda, dediğim gibi seçimler sonucunda mecliste çoğunluğu sağlayarak birinci olan partilere hükümet kurmalarına rağmen, ülke ve devlet üzerinde yasaların cevaz verdiği hudutlarda “ancak” politika ve hareket serbestiyeti verilmiştir. Bu bağlamda bu topraklarda, ne askerî vesayet ne de jüristokratik vesayet bir “heyuladır”. Bu topraklarda bu saydığımız olmaması gereken anti-demokratik mekanizmalar, 2002 senesi öncesinde siyaset kurumunun içinde hep varolmuştur.

***

Aslında şunu kabul edelim… İster bu kamptan olsun ister diğer kamptan olsun, Türkiye’nin geliş(e)memesi ve değiş(e)memesi veçhesinde dönem dönem içeride ve dışarıda ittifak hâlinde olanlar tarafından devletimiz, sistemin “uslu çocuğu” olması meyanında yönlendirilmiş ve terbiye edilmiştir.

Bu bağlamda, askerî vesayet ile jüristokrasiyi, bu bağlantıların kopmaması için direnç noktaları olarak telakki etmek lâzım gelir. Bugün yirmi birinci yüzyılda Türkiye’de, hiçbir zaman ne askerler ne de yargıçlar ülkenin istikâmetinde belirleyici olmamışlardır demek, abesle iştigal olmak demektir.

 

Öte yandan, AK Parti cephesi ve idealize ettiği Türkiye çerçevesinden de bakarsak, kanımca yolun sonuna gelinmiştir. Sayın Erdoğan ve AK Parti, bu saatten sonra tekrara düşen vaat ve politikalarla Türkiye’de iktidarını tazeleyemez. AK Parti ve Sayın Erdoğan açısından bakıldığında, 2002 sonrası “estirilen rüzgâr” yok, hatta gerilerde kaldı. Demokratikleşme ve Türkiye’yi müreffeh bir devlet yapma sözüyle işbaşına gelenlerin, 2023 senesi itibariyle Türkiye’yi nereye “sürüklediği” ayan beyan ortadadır. Özgürleşme ve daha fazla liberalleşme politikalarının tıkandığı ya da bu düsturlardan vazgeçilme noktasında, AK Parti’nin de nefesinin tıkandığı eş düzlem benzeşmektedir.

Çünkü… TÜRKİYE YÜZYILI sevdasında AK Parti’nin bu ülkede yaşayan “diğerleriyle” hiçbir biçimde duygudaşlığı yoktur. Zaten yoldaşlığı yoktu ama, duygudaşlığının olmaması, Türkiye’yi birlik ve dirlikten epeyce uzaklaştırmaktadır. “Zamanın Ruhuna” istinaden Türkiye’nin içinde bulunduğu 2002 senesi içindeki buhrandan çok iyi yararlanan AK Parti ve Sayın Erdoğan, ilerleyen seçim dönemlerinde amaçlarının “Türkiye Birlikteliği” olmadığını hem sözleriyle hem de uygulamalarıyla ispatlamıştır. Jakoben laiklikten dert yanan AK Parti kadroları, en son tahlilde ne “özgürlükçü laiklik” için çaba sarf etmişler ne de ülkemizin daha liberalleşmesi için “olması gerekenleri” devreye sokmuşlardır. Bu saatten sonra mağduru oynamanın, hani diyorlardı ya iktidar olduk ama muktedir olamadık, inandırıcı hiçbir iler tutar yanı yoktur.

Geldiğimiz noktada dinî saiklerle seçmenden oy istemekten başka alternatifleri de kalmamıştır. Esas ilginç olan nedir, derseniz, her gün yeni bir günde “müjdeler” ile uyanmamız.

Evet, artık bir ‘UYAN’MA- ayılma vakti geliyor ve gelmektedir.

14 MAYIS…

Çok geç olmadan…            

 

BELEDİYELER

EKONOMİ