GÖZLEMLER

Türkiye’de eğitim tartışmaları bitmiyor. Daha doğrusu, odağında eğitimin olup da spekülatif yapılmayan bir husus da yok. Haber bültenlerinde izliyoruz, gazetelerden okuyoruz… Gençlerin eğitim ile olan imtihanlarını… Zorluklarını… Özellikle eğitim ile atbaşı giden gelişme işsizlik. İşsizliğin genç nüfus içindeki payının giderek artması, gençlerin eğitim aldıkları sahalarda iş bulamamaları, yine artık ülkemizin “iş bulma-işe yerleştirme” mekanizması hâline gelen “nepotizm/adam kayırma”…

Tüm bunlar birbiri üzerine eklenince, ülkemizde yıllara varan ve sonrasında da çözümlenemeyen sorun dağları oluşmakta. Bazı konularda bir türlü yol alamadığımızı, seneler boyunca görüyor ve yaşam içinde deneyimliyoruz. Lâkin buna rağmen de yaşamın içinde işe yarayacak, insanlarımızın hem çalışma tatminlerini hem de hayat tatminlerini yukarıya çıkaracak “optimal bir çıkarımda” bulunamıyoruz. Neden? Çözüm nerede? Eğitim meselesinde senelerce her bakanlık değişimi neticesinde, uygulanmakta olan eğitim sistemimizi de değişime tâbi tuttuk.

Önemli olan değişim mi? Başında “Milli” yazan bir devlet kurumunun, gelinen noktada bu raddede değişime gitmesi ve her değişim sonrasında da yapılanlardan ve edilenlerden “verimli” bir çıktı sağlanamaması, nasıl izah edilebilir? Tabii burada önümüzde duran “eğitim probleminin” sadece tek bir parametresi yok ki çözümlenmeyi bekleyen. Yıllardan beridir, aileler, çocuklarının “mutlaka üniversite okuması” minvalinde şartlandırılmış vaziyette. Aileler, tabii ki sonuçta kendilerinin bulunduğu çevrelerden bu yönde bildirimler almaları veçhesinde, evladlarının geleceğinin en iyi biçimde oluşması adına bu kararları alıyorlar.

Ama tabii öte yandan, senelerce vurgulanan bir başka nokta da, işverenlerin ya da işyerlerinin “ara eleman” tedarik etmekte güçlük çekmeleri. Koç Holding’in bir ara dört elle sarıldığı “Meslek Meselesi Memleket Meselesi” mottosu da, daha önce üzerine titrenen “şeyler” gibi saman alevi misali unutulup gitti. Geldiğimiz noktada her ile üniversite şiarının da pek anlamı yok. İşletmelerin ihtiyaç duyduğu “beyaz yakalı” eleman ile piyasaya sunulan “beyaz yakalı” işgören, hiçbir zaman eşanlı kesişemedi, bu ekonomik düzenle de kesişemez.

***

Gerçekten de ne yapmak lâzım? Bakın değerli okuyucular, bu husus, üzerinde “şöyle bir durulup” geçiştirilecek bir hadise değildir. Zaten, Türkiye’ye has bir özellik olduğundan, konu her neyse şöyle bir üzerinde duruluyor gibi çalışılıyor gibi gösterilip sonra, yine abur cubur gündem ile meşgul olmaya devam ediyoruz. Hâlbuki en önemli mesele, eğitimdir. Öğretimdir. Öğretimin ehil ellerde eğitim ile taçlandırılmasıdır. Artık kanıksadığımız, herkes üniversite okumalı ilkesinden vazgeçmezsek, ülkemizde gençlerimizin büyük çoğunluğu “kayıp nesil” olarak adlandırılmaya devam edilecekler. Ülkemiz gelişen, gelişmekte olan bir toplum. Bu ülkede herkes “masa başı beyaz yakalı” diye adlandırılan zihin işlerinde, yani kalem ve bilgisayar işlerinde istihdam edilemez. Zaten devletin olsun özel sektörün olsun, bu raddede kadrolarının olmadığı da malumdur.

2023 dünyası, yüksek ve ileri teknolojinin işlere yön verdiği bir düzene tekabül ediyor. Bilişimin ve iletişimin daha önceki zamanlarda olmadığı kadar hayatî bir öneme haiz olduğunun şuurunda, insan kaynaklarımızı değişen ve dönüşen toplumsal düzenlere adapte etmek mecburiyetindeyiz. Evet, diyebilirsiniz, gençler üniversite okumasın mı? Genç insanlar üniversitede kendilerini eğitim ve öğretim süreçlerinden geçirmesinler mi? Elbette insanlarımız, kendi beşeri sermayelerini arttırmak ve yükseltmek için ellerindeki imkân ve fırsatlar dairesinde, faaliyetlerde bulunacaklar. Zaten sıkıntı, ülkemizde gelişen ve değişen ekonomik dinamiklerin ve piyasaların olması gerektiği çerçevede tahlilinin yapılamamış olması.

Yıllardır Türkiye’de seslendirilen bir realite, artık “yükte hafif pahada ağır” ürün ve üretim modellerinin ve anlayışının sağlanması. Gerçekçi tahlil yapamaz isek ve Batı (Avrupalıların) ülkelerinin çoktan katettikleri mesafeyi bizler hâlen debelene debelene almaya meyledersek, muzdarip olduğumuz “orta gelir tuzağından” da “düşük standartlı demokrasiler” liginden de bir öteye geçemeyiz. Bu bağlamda, beden gücü ve zihin gücü iş ayrımını, Türkiye’mizin gereksinimlerini göz önünde tutarak planlamak durumundayız. Bu durumda eğitim sistemimizin de değişen toplumsal reflekslere uyumlu olarak yeniden inşa edilmesi; ezberden ve bol bilgi depolamanın neden olduğu hantal yapıdan ziyade, analitik düşünebilen, parça-bütün arasında analiz yapabilme gücünü geliştiren, temel bilimlerde (matematik, fen bilimleri gibi) asgari ölçülerde donanıma sahip olmakla birlikte işlem yapabilme yetisinin tedrisat sıralarındaki gençlerimize aşılanması, bundan sonraki yıllarda (süreçlerde) zorunluluktur.

***

Her sene, yılsonuna doğru emekçilerin asgari yaşam düzeylerinin tesis edilebilmesi adına “asgari ücret”, “dostlar alışverişte görsün” misali uzun mesailer(!) neticesinde tespit edilir ve uzun tartışmalar(!) sonrasında da uygulanır. Ücret sistemleri ve takip edilen ücret politikaları, bizim gibi az gelişmiş (gelişmekte olan) ülkelerde “bilirkişi kamuoyunun” ve sade vatandaşların en fazla çene yordukları hususların başındadır. Asgari ücret, adı üzerinde emekleriyle geçinmek zorunda kalan geniş kitlelerin tüm sene boyunca hayatlarını idame ettirmek babında “temel ihtiyaçlarını” tedarik etmeleri adına devlet dayanağıyla yapılan ücret ödemesidir. Bir bakıma, “taban ücrettir”. Bunun altında ücret veremezsin, demektir.

Öte yandan son yıllarda aşina olduğumuz bir başka kavramlaştırma ise, “yoksulluk sınırı” ile “açlık sınırı”’dır.
Gel gör ki tatbik edilen asgari ücret, bu meyanda ne açlık sınırıyla ne de yoksulluk sınırıyla baş edebilecek seviyededir. Zaten bir de işverenlerin insafına kalmışsanız, “yandı gülüm keten helvadır”! Ara sıra duymuşumdur, paraya sevdalanan işverenlerin ödeme yaptıkları asgari ücretin bir kısmını bile, “örtülü bir biçimde ya çalışırsın ya da kapı orada” nezaketiyle(?) geri aldıklarını.

Bu ücret (asgari ücret), çalışma düzenleri üzerine tefekkür ederken, gözden kaçırdığımız ya da göremediğimiz bir diğer insanî hâl ise, bizim işgören kesimimizin Avrupalı işgörenlerden “çok daha fazla” çalıştığıdır. Yeri geldiğinde, dönemimizin, ilerleyen gelişmeler vasıtasıyla çalışanlara daha fazla “boş zaman aktivitesi” için zaman tahsis edeceğini muştulayıp duruyoruz ama, öte yandan senelerce değişmeyen iş yaşamının haksız bir rekabet ortamına dönüşmesine vesile olan kabulünü değiştirmek içinde çabalamıyoruz: Asgari ücret alıp azami çalışıyoruz!!!

Teknolojinin baş döndürücü bir hızla değişime uğradığı ve etrafında ilintili olduğu ne var ne yok sert bir şekilde dönüştürdüğü zamanlarda bizlere telkin edilen, “Evet robotlaşma ve otomasyon, belki bazı meslekleri ve iş kollarını tehdit edebilir ama çalışanların boş zamanlarının artışına paralel olarak, ailelerine ve kişisel gelişimlerine yönelik tahsis edecekleri vakitleri de artacak.” şeklindeydi. Evet ne oldu? Gerçekten de bazı teknolojik ilerlemeler şuan hayatî bir biçimde olmasa da bazı meslekleri tehdit edebiliyordur, belki de esas yıpratıcı ve yok edici izlerini gelecek yıllarda daha berrak müşahede edebileceğiz. Olaya “hem … hem” bağlacı izdüşümünde baktığımızda; hem çok çalışıp az boş zamana sahibiz hem de asgari ücretle sefalet kuyusuna düşmemek için didiniyoruz.

BELEDİYELER

EKONOMİ