Her ne olursa olsun, Türkiye’de belli raddede bir gazete okuma alışkanlığı var.
Tabii artık eski zamanlara has gazeteyi elinize alarak baskılı okuma keyfi çoktandır nostalji tadına vardı.
Ama, ben yine de haftanın belli günlerinde gazetemi(gazetelerimi), baskılı alarak okumayı tercih ediyorum.
Küçük bir not…
Benim açımdan hem kitabı hem de gazeteyi baskılı olarak okumanın keyfini, hiçbir şekilde dijital ortamlar veremez.
Öte yandan gazetecilik ve gazete içeriklerinin niteliği ile okuyucuya sağlayacağı katma değerler de gazetenin sahip olduğu form kadar önemlidir.
Yine gazetelerde ben, daha çok köşeyazarlarını okumayı seviyor ve tercih ediyorum. Yekten sormak lâzım, acaba okuduğumuz yazarların yazılarından katma değer sağlama gibi bir amacımız olmalı mı… Yoksa, sırf “an”a bağlı kalarak, yani anı yaşayarak, zamanı “doldurma” babında mı gazeteye/gazetelere bakışımızı biçimlendirmeliyiz?
Sabah gazetesinde önemsediğim yazarlardan birincisi, Haşmet BABAOĞLU’dur.
Yine, yazılarını merakla beklediğim ikinci isim Engin ARDIÇ’tır.
Bir başka bence önemli isim Hıncal ULUÇ…
Tüm bu saydığım yazarların yazılarından faydalanmaya çalışıyorum, çünkü “çalakalem yazı” okumak hem zamanımıza yazık hem de beyin hücrelerimize!
Bu bağlamda Sayın Uluç’un (22.03.2022) tarihli yazısını okurken değindiği konu, gerçekten de üzerinde durulması gereken bir temaya yönelikti.
Yayımcılık ve yayıncılık meselesi.
Sayın Uluç, TRT kanallarını izledikleri yayın politikası ve yayına koydukları programlar veçhesinden eleştirmiş.
* * *
Gerçekten de ülkemizde bir “vasatlaşma” olduğunu ileri sürmenin hiçbir absürd tarafı yoktur.
Sayın Uluç’un penceresinden baktığımızda, TRT bildiğimiz gibi bir kamu kuruluşudur.
Bu bağlamda, kamuculuk ilkesi çerçevesinde yayınlarını, toplumun gelişimi ve bilgilenmesi babında seçmeli ve içerik üretiminde daha hassas olmalıdır.
Gerçekten de şöyle hafta sonu insanların aileleriyle beraber televizyon karşısında vakitlerini “eğleyecekleri” değil, azami düzeyde gelişimlerine ve bilgilenmelerine yönelik programlar neredeyse yok kadar az.
Tabii sadece bu eleştiriyi TRT’yi baz alarak yapmamak gerekiyor. Özel tv şirketlerinin ve onların yayınlarının hal-i pür melalini söylemeye gerek var mı, bilemiyorum!
Şimdi diyebilirsiniz ki… İçerik üreten tv kanallarının her şeyden önce toplumcu bir yayın ilkesi gözetmesi gerekir mi?
Böyle bir soru… Polemik üretimine yol açacağından burada, bunu tartışmanın anlamı yok. Ama kendi veçhemden baktığımda, izlediğim ya da okuduğum “şeyden”-bu her ne ise- bir katma değer sağlamam gerektiğidir.
Biliyorsunuz, zaman zaman ülkemizde TV yayıncılığı çoğu kez olumsuz yönleri zemininde değerlendirilmiş, tartışılmış ve toplumun etkilenmesinde kötü alışkanlıklar edinmesinde başat faktör olarak görülmüştür.
Fazla hafızamızı zorlamaya gerek yok.
İşte sabah ve öğle kuşaklarında, özel kanallarda yayınlanan programların niteliği ve hedefi ayan beyan ortada…
Ben yıllardır şuna inanıyorum: Bu programlar vasıtasıyla toplumların içlerinin boşaltılarak emperyalist zihniyetlerin hedefledikleri dünya düzenine adapte edilmeleri.
Herkesin vakıf olabileceği gibi, yaşadığımız ve idrak ettiğimiz çağımız bilgi çağı. Bu çağa hayat veren, yaşamımızda anlam bulan hemen hemen her şeyin dijitalleşmesi ve dijital platformlardan işlemlerimizi ifa etmemiz.
* * *
Gelgelim bilgi çağında olmanın getirdiği düzen ve koşullar gereği, özellikle genç nüfusu fazla olan ülkelerde, bu nüfusun yaşam içinde olanbitenden haberdar olma şekli daha çok internet teknolojileri üzerinden…
Yine, gelişmekte olan ülkelerde toplumun çoğunluğunun emekgücüyle geçinmek zorunda kalması, yani emeğini kiralayarak bunun karşılığında ücret kazancını elde etmesi, sosyolojik olarak dar gelirli kesimlerin fazlalığı, internet ve internet tabanlı teknolojik görsel ve işitsel çıktılara erişimde zorlanılması, hâlen böyle toplumlarda en büyük eğlence ve haber alma platformu olarak bizlere TV’yi adres göstermektedir.
Demek istediğim…
Kamu kurumu niteliğindeki müesseselerin daha hassas olarak program seçimleri yapmaları veya programın konusunun toplumun gelişimine ve bilinçlenmesine hizmet edecek yönde olmasına dikkat etmeleridir.
Yine…
Ben bir hususu yıllardır hem kendi içimden hem de sohbet ortamlarında ikrar eder dururum:
Artık yirmibirinci yüzyıl dünyası bilgi toplumlarının kaldıraç vazifesi gördüğü bilgi çağı.
Bu çağa uygun olarak emperyalizmin hizmetindeki devletler de dünyayı har vurup altüst etmek için ve dahası ekonomik düzenin beyaz insanların “yaşam tarzlarının” aksamayacak biçimde devam edebilmesi adına, daha az maliyetli ve askerî olmayan operasyonlar tertip etmekteler.
Kültür emperyalizminden tutunda ekonomik yaptırım adı altındaki ekonomik emperyalizm işte bu, bilgi toplumlarının hâlâ tarım toplumunun karakteristik özelliklerini yaşamlarında korumaya çabalayan toplumları sömürmelerinin en başat yollarından biri oluveriyor.
Neyse, çok uzattığımın farkındayım…
Ezcümle, Ukrayna-Rusya savaşında gözlemleyebildiğimiz kadarıyla, ulusların çıkarları ön planda olduğunda, hiçbir ülkenin bir diğer ülkenin gözünün yaşına bakmadığı…
Agâh olursak, toplumumuzu kemirebilecek asimetrik psikolojik harekâtlara karşı da bir A B C savunma planlarımız olur.
SON YAZILAR